3 Nisan 2013 Çarşamba

Füruzan - Kırkyedili’ler


Füruzan’ın şimdiye dek okuyup da sevmediğim bir tek kitabı olmadı. Benim için özel bir yazardır. (Özellikle Redife’ye Güzelleme’yi okumayanlar, ne olur bir okuyun) Kırkyedililer’i de seveceğimi baştan biliyordum yani. Fakat bu kadar etkileneceğimi tahmin etmemiştim, ne yalan. Etkilendim çünkü “Hakikaten ya, vardı böyle insanlar bu ülkede” dedim. 1980’de 14 yaşında koca kız olan ben bile bunu söyleyebiliyorsam varın gerisini siz düşünün. Nasıl da değişti her şey. Neyse. Neyse.

Şimdilerde bir aşağılama sıfatı olarak şaka yollu kullanılan amele ve köylü laflarını yücelten gençlerin yaşadığı yıllardan geliyor bu kitap. Ortalama 1947 doğumlulardan. Şu an takribi 66 yaşında olup, 68 kuşağı denilen insanların gençliğinden.

Çocuklar büyüklerinin onlara empoze ettiği bazı kavramları onlardan daha ciddiye alabilirler bazen. Büyüdüklerinde, dünyayı ele alma zamanları geldiğinde anne babalarının öğrettikleri değerleri sahiden hayata geçirmek isteyebilirler. Romanın kahramanı olan Emine de “cumhuriyetin eğitim neferleri olarak yetiştikleriyle” böbürlenen annesinin ve giderek ona uyum sağlayan babasının gerçekte hayata geçiremedikleri değerlerlerle büyüyor. Anadolu’ya ışık götürmek iddiasında bulunanların ikiyüzlülüğüne tanıklık ediyor. Cumhuriyetin bir kaç kuşağının pek de bilmeden başlattığı, bilince tırsıp yarım bıraktığı o işi yapmaya kalktığında da görüyor hanyayı konyayı. 12 Mart 1971'dir artık tarih.

Emine hep masum olduğunu düşünüyor. İşkencede, sonrasında, neden başlarına bunların getirildiğini anlamaya çalışırken. Çünkü o ve arkadaşları biri ya da bir şey olmakla değil, insan olmakla uğraşmışlardı sonuçta. Kendilerini masum hissetmeleri de, onlara belletilen değerlere sahip çıktıklarını düşünmelerinden. Oysaki o değerler onlara hayata geçirmeleri için değil, laf olsun, ezber dolsun diye öğretilmişlerdi, bunu henüz bilmiyorlar. Emine’nin annesiyle bitmek tükenmek bilmeyen hesaplaşması aslında o gençlerin cumhuriyetle hesaplaşması, bunu da henüz tam bilmiyorlar. Henüz 12 Eylül gelmemiş. Henüz masumiyet çağı.  Henüz…

Neyse. Vazgeçtim. Çok tahlili yapıldı olan biten her şeyin zaten. Kitaba kaynaklık eden 12 Mart günleri ve o günlerin öncesi/sonrasındaki devrimci, genç kuşağı irdelemek benim haddim değil. Bugünlerden bakarak kimin haddine düşer onu da tam bilmiyorum doğrusu.

Ama benim kitapta da alıntılanan Marx’ın o güzel ve basit cümlesiyle (insanlar tarihlerini kendileri yaparlar, fakat keyfi olarak, kendi seçtikleri şartlar içinde değil, geçmişten miras aldıkları, veri şartlar içinde) söyleyeceğim şudur: Kesilmiş dalın budak olur vereceği nafaka. İşkenceye soka, korkuta, asa, öldüre bitirilen, sonunda bir avuç kaldılar hahaha diye gülünen o insanlardan bize kalan ülkemiz ne şahane değil mi?  Hayatı en yakın arkadaşlarıyla bile yarış içinde geçen çocuklarımızla, devletinden, milletinden ve hatta kapitalizmden bile pek memnun olan ama bir türlü hayatından –eh, bari bu kadarına şükürler olsun ki- memnun olamayan pamuk şeker ruhlarımız yurdumuza kurban olsun. Tek, yeter ki, vatan sağ olsun.

Son not: Füruzan has yazar. Ne bulursanız okuyun derim ondan. Becerebilirseniz de, bu kitabı çoluğunuza çocuğunuza okutun. Eleştirebilirler, dalga geçebilirler ama bilirler. Eskiden böyle de bir ülke vardı.

Böyle. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder