28 Mayıs 2013 Salı

Paulo Coelho - Zahir

Yarı çocuk-yarı genç bir taze iken “Ruhani” öğretilere girmeyi billahi ben de denedim. tüm iyi niyetimle. Ne yaptım? Leo Buscaglia ve Richard Bach okudum. Kuru yaprakların ve dahi kainatın güzelliği, muzip rahibelerin sıradan bilgeliği, sarılmamız gereken içimizdeki çocuğun gerekliliği falandı filandı derken o pembe, yapış yapış pamuk şekeri tadı içime fenalık getirdi. Anlayacağınız sevimli, iyimser, “Ruhani” kitaplar bittiğinde “Ee, yani?” diyen bir ruhsal gariban olduğumla ta o yıllarda yüzleştim ben. Dolayısıyla yıllar sonra “Paulo Coelho nam bir yazar var imiş, hele çok methettiler, okuyalım bir” deyip de Simyacı’yı okuyunca “Ha, anladım ben seni, sağol” deyip uzadım hazretten.

Daha da bir kitabını pek okumazdım ya; kütüphaneye gittiğimizde hava sıcaktı, oğlum kütüphane kapısında bekleyip bir an önce işimi halletmem için homurdanmayı tercih edince –içeri girse ölecek sanki! hey allahım ya!- ben de elime ilk geçen kitaplar arasından seçim yapmayı kavga etmeye tercih ettim. Aldım Zahir’i, çıktım.

Pislik yapmayayım, roman tadı var mıydı? Vardı. Bi oturuşta okudum mu? Okudum. Ama keşke ruhani mevzular filan demese kitaplarında düpedüz. Bunun seveni vardır, o ayrı.  Ama okuduğum bir metinde bunu görünce benim cinim tepeme çıkıyor. Bu işlerin hap yap para kap misali, kör gözüm parmağına insanlara kakıştırılması, basitleştirilmesi… Cinci hoca hesabı işte diyeyim, siz anlayın.

Romanın konusu şöyle: Ünlü yazarın karısı ortadan kaybolur, adam kadına ne kadar âşık olduğunu baştan keşfetmek ve bu arada kendisini de tabii yeniden keşfetmek, e, karısını da bulmak durumunda kalır.

Daha önceden okumayı denediğim ruhani kitaplarda pis pis bıyık altından gülmüştüm, itiraf ederim. Ama bunun sonunda kahkahayı bastım. Kütüphane malı ya şimdi bu kitap. Okuyan arkadaşın biri sen o kadar oku oku, Allah  bilir çok da beğen kitabı, sonuna gelince şok geçir mi? Dayanamayıp yazmış oraya “Bu nasıl aşksa? Tüm kitabı tek bir sözcükle mahvetmek diye buna denir!” Sonuna da ünlem ünlem üstüne basmış. Bir sonra alan da ona cevap yazmış: “Katılıyorum ve sevgiyi bulmaya çalışan birinin sevdiği adamdan değil de ordan yolu geçen birinden hamile kalması tuhaf” O da sonuna soru işaretlerini basmış üst üste. “N’oldu canım, aşksal yapınız mı incindi?” yazsam mı diye düşünüyorum kitaba. “Ahanda size Zahir. Güle güle büyütün.”

Kitaptan bir bölüm:
 “Çok güçlü olan Zahir her insanla birlikte doğmuştu ve çocukluk döneminde, daha sonra hep saygı duyulacak olan kuralların ona zorla kabul ettirilmesiyle tüm gücünü kazanmış gibi görünüyordu.
Farklı olan insanlar tehlikelidir; başka bir kabileye aittirler; topraklarımızı ve kadınlarımızı isterler…
Mücevher almalıyız; bu kabile kimliğimizi belli eder; tıpkı vücutlarına takılar takanların farklı kabileden olmaları gibi.
Gerçek duygularını ifade edenleri küçümsemeli ve onlarla eğlenmeliyiz; üyelerinin duygularını göstermesine izin verilmesi bir kabile için tehlikelidir.
Ne pahasına olursa olsun ‘Hayır’ demekten kaçınmalıyız. Çünkü insanlar daima ‘Evet’ diyenleri tercih ederler ve bu şekilde düşman topraklarında sağ kalabiliriz…
Eğer farklı davranırsan kabileden kovulacaksın, çünkü diğerlerine de bulaştırabilirsin ve yeni baştan düzenlenmesi çok zor olan bir şeyi mahvedebilirsin…
Sessiz müzik çalmalıyız, sessizce konuşmalıyız, gizli gizli ağlamalıyız; çünkü ben çok güçlüyüm, Zahir’im, kurallara teslim olan ve tren rayları arasındaki uzaklığı belirleyen, başarının anlamı, sevmenin en iyi yolu, ödenen bedellerin karşılığı”


Not: Ha, kitaba not mot yazmadım, o ayrı. Sadece kendime ait kitapları karalarım. Yoksa yazardım, ne yazmayayım?

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Çıkıkçının Kızı - Amy Tan

Amy Tan’ın romanlarının konusu ve hatta kurgusu bile hiç değişmiyor, bu kitapla ben buna kani oldum artık. Çin’den ABD’ye göç etmiş anne, onun Çinli alışkanlıklarının kızını bezdirmesi, şaşırtması, sonra sonra annesinin neden öyle ya da böyle davrandığını öğrenmesi, hayatın bundan sonrasında daha anlayışlı olması vs. vs.

Elbette güzel kitap. Daha önce de söylemiştim; seviyorum onun romanlarını ama bu kadar yeter artık diyorum, öğreneceğimi öğrendim. Sanırım bu artık Amy Tan’dan okuduğum son kitap olacak. Geçirdiğim zamanlar için teşekkürler Amy ve hoşça kal J

19 Mayıs 2013 Pazar

Reha Çamuroğlu - Son Yeniçeri



“Keşke Habib haklı çıksa. Ama öyle değil, biliyorum. Ahali her zaman işin ucunu görmek ister. Osmanlı kazansa ne olacağı belli. Yeni kullarla teker meker yuvarlanarak düzeni götürecek. Ya biz kazansak? Bunun cevabını biz bile bilmiyoruz. Belirsizlik. Ama ahali en kötü düzeni bile belirsizliğe tercih eder. Biz şimdi çıkıp desek ki “Sadrazamı, şeyhülislamı hatta bu padişahı istemiyoruz ama şunu padişah istiyoruz” o zaman biz kazanırız. Lakin biz bunu demiyoruz artık. Çok daha büyük bir laf ediyoruz. “Osmanlı’yı istemezük” diyoruz. Galiba bu lafın altında kalacağız.”

10 Nisan 2013 Çarşamba

Ruth Rendell - Ölüme Giden Yol


İngiltere’nin güzel bir kasabasından geçen bir otoyol yapılacaktır. Yapılması planlanan otoyol tam da kasabanın korusundan geçecek, orada bulunan özel bir kelebek türü de tehlikeye girecektir. Çevreci gruplar protesto için akın akın kasabaya gelir. Bir grup da daha başka bir yöntem düşünerek insanları kaçırır ve otoyol yapımı iptal edilmezse rehineleri öldüreceğini deklare eder. Ha bu arada, oralarda daha önce de otostopçu bir genç kız öldürülmüştür. Adamımız Wexford ve ekibi bütün bu olayları çözmeye çalışır.

Valla polisiye dediğin, eline aldınmıydı yemeyi içmeyi unutturacak kadar sürükleyici olmalı bence. Bunda o yok. Belki karakter çokluğundan, belki de o yan karakterleri etlendirip butlandırma işi pek de becerilemediğinden, hele bir de isimleri fazla akılda tutmayan ben gibi bir okuyucuya toslarsa roman, kim neyi ne zaman nasıl yaptıydı faslını akılda tutmak zor oluyor. Son sahnede suçlu olduğu ortaya çıkan adamın kim olduğunu geriye dönüp hatırlamaya çalıştım, o derece. Belki de bir filme alınır diye yazılmıştır. Karakterleri görerek akılda tutumak için. Ha, sahi, aslında film filan da olur yahu bu romandan. Biraz karanlık, ağır, ama romandan daha iyi olur film olarak hatta bence.

Okurken belki siz daha çok haz alabilirsiniz ama benim iyi niyetlice söyleyebileceğim tek şey şu: Geri dönüp baktığınızda, inceden, burjuva aptallığına yönelik bir eleştiri bulabilirsiniz. Bir de, kitaptan, çevreci grupların ağaçlara kesilmelerini önlemek amacıyla büyük çiviler çakması şeklinde bir eylem öğrendim, laf arasında onu da söyleyeyim. Yalnız zincirli testereleri bozmak için yapılan bu iş ağacı kesmeye kalkan işçiyi fena yaralıyor, aman dikkat. 

Bir kaç yerde İngiltere'nin Tayland'la (filan), İngiliz polis teşkilatının kıta Avrupa'sındakilerle (filan) karşılaştırıldığı o haydi burun havaya cümlelere fena kıl oldum. Bu da benim öznel yorumum olsun. Süper centilmen polisin var İngiltere. Anladık. Tamam.


4 Nisan 2013 Perşembe

Bulut Atlası – Cloud Atlas


- Bu dünyanın doğal bir düzeni vardır. Onu değiştirmeye çalışanların sonu iyi olmaz. Bu hareket yok olmaya mahkûmdur. Onlara katılırsanız sen ve ailen dışlanırsınız. Parya gibi yaşarsınız. Üzerinize tükürük ve darbe yağar. Daha kötüsü linç edilebilir ve çarmıha gerilebilirsiniz. Ve ne için? Niçin? Ne yaparsanız yapın okyanusta bir damla olarak kalırsınız.

- Okyanus nedir ki, birçok damla değilse?

Gecenin ve nezlenin kollarındayken, pek okuyacak da halim yokken, okumayayım izleyeyim, izlerken de uykum gelirse ne güzel olur diye bakınırken, netten bu filmi buldum. Aha yönetmenlere bak, aha oyunculara bak, nee bir de bilimkurgu mu? Yallah! deyip balıklama atladım. Çok da iyi yaptım. Hikâyenin yazarı o değilse bile Ursula K. Le Guin’in kitaplarından aldığım hazzı, ondaki muzip, taş gibi sağlam anlatıcılığı buldum. Tylolhot’tan daha iyi geldi.

Film David Mitchell’in kitabından uyarlanmış. İsim yabancı gelmeyince bir bakayım dedim. 9. Rüya adlı bir kitabını galiba okumuştum ama nasıl bir şeydi tam anımsayamadığıma göre pek de yer etmemiş bende. Yine de Bulut Atlası elime geçerse bir ara, okurum onu da.

Pek âdetim değil ama eleştirilere baktım film bitince. Seveni de sevmeyeni de var. Çok büyük bir film beklentisi olanlar sanırım hayal kırıklığına uğrayanlar. (Sahi, büyük film nedir ki?) Makyajından, sıradanlığına dek epeyce sayıp döken olmuş ama en acayibime giden eleştiri “Filmin mesaj kaygısı var, sorunu bu” diyenler. Ben de bu “Aman tanrım mesaj aldık!” kaygısını anlamıyorum artık. Mesaj deyince öyle vahiy filan değil ki gelen, korkacak ne var? Hem günde kaç tane gereksiz mesaj geliyor cep telefonunuza, mail kutunuza, iki tane mesajı da bi filmden, bi kitaptan alıverin. Teliniz mi dökülür? Ben uzaydan bile mesaj bekliyorum şahsen. Ben alırım yani, bana versinler. 

Bu arada, siz de yazının başındaki diyalogdan filmin verdiği tek mesajı aldınız zaten, kaygılarınıza halel getirmediyse izleyin. Ben izledim, yıkılmadım, ayaktayım. Alan alsın, beğenmeyen masaya koysun gitsin anacım. Dünya bu, ille de devrilecek, ille de evrilecek. Hadi, iyi seyirler :)




3 Nisan 2013 Çarşamba

Füruzan - Kırkyedili’ler


Füruzan’ın şimdiye dek okuyup da sevmediğim bir tek kitabı olmadı. Benim için özel bir yazardır. (Özellikle Redife’ye Güzelleme’yi okumayanlar, ne olur bir okuyun) Kırkyedililer’i de seveceğimi baştan biliyordum yani. Fakat bu kadar etkileneceğimi tahmin etmemiştim, ne yalan. Etkilendim çünkü “Hakikaten ya, vardı böyle insanlar bu ülkede” dedim. 1980’de 14 yaşında koca kız olan ben bile bunu söyleyebiliyorsam varın gerisini siz düşünün. Nasıl da değişti her şey. Neyse. Neyse.

Şimdilerde bir aşağılama sıfatı olarak şaka yollu kullanılan amele ve köylü laflarını yücelten gençlerin yaşadığı yıllardan geliyor bu kitap. Ortalama 1947 doğumlulardan. Şu an takribi 66 yaşında olup, 68 kuşağı denilen insanların gençliğinden.

Çocuklar büyüklerinin onlara empoze ettiği bazı kavramları onlardan daha ciddiye alabilirler bazen. Büyüdüklerinde, dünyayı ele alma zamanları geldiğinde anne babalarının öğrettikleri değerleri sahiden hayata geçirmek isteyebilirler. Romanın kahramanı olan Emine de “cumhuriyetin eğitim neferleri olarak yetiştikleriyle” böbürlenen annesinin ve giderek ona uyum sağlayan babasının gerçekte hayata geçiremedikleri değerlerlerle büyüyor. Anadolu’ya ışık götürmek iddiasında bulunanların ikiyüzlülüğüne tanıklık ediyor. Cumhuriyetin bir kaç kuşağının pek de bilmeden başlattığı, bilince tırsıp yarım bıraktığı o işi yapmaya kalktığında da görüyor hanyayı konyayı. 12 Mart 1971'dir artık tarih.

Emine hep masum olduğunu düşünüyor. İşkencede, sonrasında, neden başlarına bunların getirildiğini anlamaya çalışırken. Çünkü o ve arkadaşları biri ya da bir şey olmakla değil, insan olmakla uğraşmışlardı sonuçta. Kendilerini masum hissetmeleri de, onlara belletilen değerlere sahip çıktıklarını düşünmelerinden. Oysaki o değerler onlara hayata geçirmeleri için değil, laf olsun, ezber dolsun diye öğretilmişlerdi, bunu henüz bilmiyorlar. Emine’nin annesiyle bitmek tükenmek bilmeyen hesaplaşması aslında o gençlerin cumhuriyetle hesaplaşması, bunu da henüz tam bilmiyorlar. Henüz 12 Eylül gelmemiş. Henüz masumiyet çağı.  Henüz…

Neyse. Vazgeçtim. Çok tahlili yapıldı olan biten her şeyin zaten. Kitaba kaynaklık eden 12 Mart günleri ve o günlerin öncesi/sonrasındaki devrimci, genç kuşağı irdelemek benim haddim değil. Bugünlerden bakarak kimin haddine düşer onu da tam bilmiyorum doğrusu.

Ama benim kitapta da alıntılanan Marx’ın o güzel ve basit cümlesiyle (insanlar tarihlerini kendileri yaparlar, fakat keyfi olarak, kendi seçtikleri şartlar içinde değil, geçmişten miras aldıkları, veri şartlar içinde) söyleyeceğim şudur: Kesilmiş dalın budak olur vereceği nafaka. İşkenceye soka, korkuta, asa, öldüre bitirilen, sonunda bir avuç kaldılar hahaha diye gülünen o insanlardan bize kalan ülkemiz ne şahane değil mi?  Hayatı en yakın arkadaşlarıyla bile yarış içinde geçen çocuklarımızla, devletinden, milletinden ve hatta kapitalizmden bile pek memnun olan ama bir türlü hayatından –eh, bari bu kadarına şükürler olsun ki- memnun olamayan pamuk şeker ruhlarımız yurdumuza kurban olsun. Tek, yeter ki, vatan sağ olsun.

Son not: Füruzan has yazar. Ne bulursanız okuyun derim ondan. Becerebilirseniz de, bu kitabı çoluğunuza çocuğunuza okutun. Eleştirebilirler, dalga geçebilirler ama bilirler. Eskiden böyle de bir ülke vardı.

Böyle. 

2 Nisan 2013 Salı

Can Dostum- Intouchables


Şöyle filmdi, böyle bi şeydi diye anlatmamı beklemeyin benden. Kitap notlarına göz atmışsanız öyle uzun boylu eleştiri yapabilecek kabiliyete sahip olmadığımı anlamışsınızdır. Benimkisi “izledim, sevdim, sen de beğenirsin belki” demekten ibaret.

Felçli zengin bir adam ve ona bakıcı olarak gelen ama sonradan hayatını değiştiren, sıkı dostu olan Afrika kökenli bir genç buradaki mevzu. Film gerçek, yaşanmış bir olaya dayanıyor.

Intouchables’de sevdiklerim:
İki başrol oyuncusu. Özellikle boynundan aşağısı felçli multi milyoner adamı oynayan François Cluzet’in yüzündeki o dingin, güzel gülümseyiş.
Filmin konusu buna elverse de melodrama asla prim vermeyişi.
Filmin sonundaki görüntü, kısacık. Ki, oğlum da ben de gözümüz dolarak izledik.  Oğlum “E, Fransızlar güzel film yapıyo işte” dedi. Ben de “Bak ya, hala sigara içiyo, adama bak. Aslanım benim” dedim.

Klasik hikâyeler vardır. Seveceğimiz baştan garantilidir. Evire çevire de olsa, konu ve kişiler de değişse biz aynı hikâyeyi izler, severiz. Bu da Polyanna hikâyesinin gerçek hayatta da yaşanmış bir örneği olarak izlenip sevilebilir. Bizde öyle oldu yani.

Günaydın ya da iyi akşamlar için müzik dinlemek

Aslında ne zaman evde iş yapmaya kalksam şu aşağıdaki müzik listesini açıyorum. O çaladururken daha bir neşeli oluyor iş yapmak. Siz de yalnız kalabildiğiniz yerlere sahip olma şansına erişmişseniz, tavsiye ederim.

Üç dört günde bir yenileniyor Gamlı Baykuş'un müzik listesi

1 Nisan 2013 Pazartesi

Yusuf Atılgan - Aylak Adam

İlle de okunması gereken kitaplar vardır, malum. “Aaa, sen okumadın mı?” derler adama okumazsanız. Gençken o lafı yememeye çok özen gösteren biriydim. Ama sonra tersine tepti, herkesin ille de okunmalı dediği hiçbir şeyi okumamaya başladım. Mesela Camus’ü sevmem, Kafka’yı sevmem, Tezer Özlü’yü severim ama içimi burkar, ağlayasım gelir okudukça diyebiliyorum artık. İnsan kendini biliyor zamanla. Yapacak bir şey yok, kabul etmeli: Değerli ve ağır bir taştan değil, sevimli incik boncuktan yapılmış benim ruhum. Mutluluğu herkes ister, benimle mutsuzluğa da var mısın? dizelerine “Neden? Manyak mıyız?” şeklinde cevap veririm ben. Hayatın da, ölümün de dibini çok kurcalamaya değil, yaşamaya meraklıyım. Mutluluğa meyyalim ve kim ne derse desin bunun da en az diğeri gibi gayet devrimci bir tutum olduğunu inatla söylüyorum artık.

İşte bundan sebep Anayurt Oteli’ni sinemada izledikten sonra Yusuf Atılgan’dan yıllarca uzak durdum. (Serra Yılmaz’ın o boş bakışları hala gözümün önünde töbe estağfurullah.) Ama geçenlerde Gülten’in odasında Aylak Adam’ı gördüm. -Bu kız kitap konusunda benim tam tersim, nerede iç karartıcı bir kitap varsa ona göre “harika”dır. Neyse- Belki de bu aralarki huzurumu hiçbir şey kaçıramaz nasılsa diye düşündüğümden, o uzak durduğum kitaplara da bir başlayayım dedim. Mevzu budur.

Şimdi Aylak Adam tabii ki bir başyapıt. Ne denir ki başka? İki sayfalık mevzuyu tek bir cümleyle, dolandıra dolandıra anlatmaya kalksan bir roman yazabileceğin insanlık hallerini üç- dört diyalogla anlatabilme yeteneğine sahip Yusuf Atılgan’ın onca az eser vermiş olmasına hiç şaşırmadım. C. benim adamım değil, tamam. Onun küçümseyerek baktığı tüm o kadınlar, çocuklar ve erkeklerde ben bir sevimlilik bulurum. Mirasyedi olmadığını söylese de bal gibi mirasyedi ve canı bundan sıkılıyor bence. Burjuva dünyasından tiksinen ama onun nimetlerini kullanmaktan vazgeçmeyen bir burjuva. Yine de gerçek sevgiyi arayışında bir çocuk hüznü var ve o yüzden ona da kıyamadım. Sevdim.

İki ana karakterin adlarının C. Ve B. Oluşu Orhan Pamuk’un Kar’ında bir selam almış mıdır acaba diye düşündüm. Şu aşağıdaki küçük tiradın Tutunamayanlar’da yankı bulup bulmadığını düşündüm. Anayurt Oteli’ni de okumaya karar verdim.

“Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır, tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin “-Veli ağanın öküzleri gibi öküz, yoktur,” demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimizi, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!”

Henning Mankell - Riga'nın Köpekleri

“Katil diye bir şey yoktur. Cinayet işleyen sıradan insanlar vardır”

Daha önce de bir kitabını okumuş, sakin anlatımını sevmiştim Mankell’in. Yarattığı karakterin adı Kurt Wallender. İsveç’in sakin bir kasabasında yaşıyor. Sıradan suçların dünyanın değişmesiyle komplike, vahşi ve çözülmesi zor cinayetlere dönüşmesi karşısında şaşırıyor. Emekli olmayı düşünüyor hep ama olmuyor. 

Riga’nın Köpekleri’nde Letonya’da işlenen bir cinayetin İsveç’e uzanması sonucunda iki bambaşka dünyayı karşılaştırıyor yazar. Letonya’da geçen bölümlerde neredeyse Şato ya da Dava’da olduğu gibi bir absürd “n’ooluyo olm orda? Sebep?” dedirten ve hızlanan gerilim hissi hep o dedektifin bir cinayet karşısında cinayet işlemeyi akıl bile edemeyenlerin sıradanlığına takılıp mantığa oturuyor. Her polisiyede rastlanmayan edebiyat duygusu bu yazarda hassaten mevcut.

Güzel kitap anacım. Polisiye sevenlere bu yazarı öneririm; sütlü kahve tadında.

Hakan Karahan - 19

Kütüphaneye ulaştığımda kapıların kapanmasına sadece beş dakika kalmıştı. Nefes nefeseydim. Uzun zamandır kendi haline bıraktığım siyah saçlarım ansızın bastıran yağmurla şakaklarıma yapışmıştı. Neredeyse üniformam haline gelmiş olan eski deri ceketimden sular süzülüyordu. Yakışıklı güvenlik görevlisi vücuduma tam oturmuş siyah kazağımla yırtık blucinden ibaret giysimi baştan aşağı süzerek afili bir selam çaktı. “Ya bu akşam?” dedi tam yanından geçerken. Aramızdaki tatlı flörtü tekrarlayarak cevapladım “Önce şu liseyi bitir de hele”

Bankodaki otuz beşlik beni görünce tek kaşını kaldırdı “Her zamankinden mi?” dedi çapkınca “Bugün olmaz hayatım” dedim. “Acelem var”

Evet, acelem vardı. Kütüphane beş dakika sonra kapanmak üzereydi ve eğer kapanırsa bütün bir hafta sonunu kitapsız geçirecektim. Hızlıca elimdeki Maeve Binchy kitabını bankoya bıraktım. Yeni Gelenler bölümünden bir kitap kaptım. Kitabın adını son anda bankoda fark ettim: 19 Bir Feramuz Güvenlik Polisiyesi.

Dışarı çıktığımda saat tam 18.00’ı gösteriyordu. Kütüphane şu andan itibaren kapalıydı artık.

Yine yaşlı ama kadınların ayılıp bayıldığı bir cool dedektif abimizin ergen fantezileriyle başbaşayız. İçindeki pilav üstü aikidosal, suyuna reenkarnasyonel, tiridine ferrarimisattımbilgeoldumsal şeyleri filan es geçe geçe iki saatte okuyorsunuz. Hafta sonunun geri kalan 42 saatinde de bira içip müzik dinlemeye bol bol zaman kalıyor. Ben öyle yaptım yani.

Not: İlk üç paragraf kitaptan bir bölüm değil, benim kitabı alma hikâyemin ben de yazdım oldu halidir. Valla billa kütüphanede öyle yakışıklılar yok. Ekmek musaf çarpsın birine göz kırptıysam. Oğlum, babacım, sayın ilgililer… selam ederim :D

Maeve Binchy - Dönüş Yolculuğu

Maeve Binchy’nin bir fotoğrafını hiç görmedim (bu notu yazmayı bitirdiğimde bir bakacağım) ama ne zaman bir kitabını okusam; bir gece önceden ertesi günün işlerini planlamış, o günün sabahına ilişkin olan maddelere harfiyen sadık kalıp, sonunda işler bittiğinde –ev derli toplu, çocuklar okullarına gönderilmiş, akşam yemeği hazırlanmış, yemek sonrası gidilecek yer için telefon konuşmaları halledilmiş- boynunda bir sıra inci ve şık bir hırka ve gri eteğiyle, aydınlık bir pencereye bakan düzenli bir yazı masasının başına geçip, eline dolmakalemini alıp takır takır yazmaya başlayan bir kadın canlanıyor gözümde.

İrlandalılar hakkında epeyce bir şey öğrenmeme vesile olan Maeve’nin hemen her kitabında, bir bölümde de olsa, sıradan ve hesaplı hayatlarının arasında bir tatile çıkıveren ve o tatilin sonunda hayatları değişen insanlar vardır. Bu kitaptaki öykülerinse her biri yolculuk eksenli. Bir tatile gidiyorlar, bir havaalanında karşılaşıyorlar, tesadüfler birbirini izliyor, aşkı buluyor ya da kaybediyorlar. Ama hep sakin, sıradan ve iyimser insanlar kazanıyor, onları kaile almayan başarılı, burunları havada “tip”ler havasını alıyor. Maeve’nin sevdiği insanlar, üstüne basıldığında bunu dert etmeyen, yaşamaya ve neşeli olmaya devam eden çimenler gibi.

İyi pişirilmiş bir tavuk suyuna çorbaya arada herkesin ihtiyacı vardır. Sanırım bu yüzden de okuyorum bu hanımı.

R. A. Salvatore - Drizzt Do'Urden'in Maceraları

R.A. Salvatore'nin yarattığı canım ciğerim Drizzt işte. Okumalara doyamıyorum, elimde değil. 

Bu seriyle ilgili yazacağım tek şey: Olm, kim çiziyo bu kapakları? Allasen? Kitapta o kadar yakışıklı, neffis bi arkadaş olarak anlatılan, en sevdiğimiz dönek, Drizzt bu mudur? Ayıp ama yav.
Bu yandaki Drizzt Do'urden'in Maceraları serisinin ikinci kitabı. 

Buyurun, bu mu Drizzt? 

Yanındaki de güzeller güzeli Catie Brie yani? Yersek... Elma yanaklı köylü güzeli mi o kız ha? Ha? 

Adam gibi çizin şunları ya da en iyisi çizmeyin kardeşim. Bırakın hayallerimizdeki gibi düşünelim.

Drizzt Drizzt we love you beybi. Mevzu bundan ibaret son tahlilde.
Hah, bu da Drizzt Do'Urden'in Maceraları serisinin üçüncü kitabı. Kapakta alt tarafta gördüğümüz şahsın Drizzt olarak resmedildiğini varsaymak zorundayız (haşa!) Drizzt'in resmedilmek suretiyle canına okunduğunu bundan önceki iki kitap kapağı örneğinde görmüştük. Ve fakat kardeşim... o yukarıdaki kadın en azından bir dişi drow! Yani yazarın bize anlattığı kadarıyla "yeryüzündeki en güzel yaratıklardan" biri. Oysa biz bir Bonnie Tyler fotoğrafının arabını görüyoruz resmen burada. Tamam, Bonnie en sevdiğim seslerden bir ama..

Ama... Çizmeyin yav. N'olur çizmeyin.

Drizzt drizzt drizzzzzzztttt :)))

Tamam bitti... bi şey demiyorum... ama çok sevdikti be abi 

Nazlı Eray - Farklı Rüyalar Sokağı













Nazlı Eray on yedi yaşımdan beri hayran olduğum Nazlı Eray yine işte. Eva Peron'dan onu mumyalayan doktora, Frankfurt'tan Ankara'ya, Kuşadası'nın yazlıkçı site mahallerine, Koreli bir doktor tarafından başka birer insan olarak klonlanan aynı insanlara, ağır kataraktlı bir göz retinasına, hiç vazgeçmediği abilere ve ablalara geçip giderken beni de peşinden sürüklüyor.

Sibel K. Türker - Şair Öldü

“Dünyaya gelmeden önce bir kez sorulurdu bize: “Emin misin?” Sıraya dizilmiş bütün ruhlar, buraya gelmek için can isteyen ruhlar hep bir ağızdan haykırırdı: “Evet!”

O zaman istem, başla düğmesine basar ve hepimiz dönüşsüz yola girerdik. Önü kesilemezdi artık. İlk günah denilen şeyin, aslında bir “ilk aptallık” olduğunu bilemezdik. Bu, delik ayakkabılarla su birikintilerinde yürümek demekti, aşağılanmak, sevilmemek, az para kazanmak, kalp kırıklığı, güneşsiz günler, haksızlık… Sevdiklerinin ölümü, sevmediklerinin yaşaması, içi çürük fıstığın ağızda bıraktığı tat, bir şeyi düşürmek, ağır bir şey kaldırmak, yokuş yukarı çıkmak, çamurun içinde altın, gökkuşağının dibinde savaş, aynada güzel olmak, camların kirlenmesi, bebeğin kırık kolu, dikiş, sargı, çürük, sargı, tuz ve şeker, ekmek, kutuplar ve mağma… Bu, işte bu her şeydi.

“Emin misin?”
“Evet”

Elimizden başka türlüsü gelmezdi. Zayıftık, yorgunduk, bu bizi biz yapardı. Firavunların mezar odalarından, iğrenç sırlarından ve lanetlerinden söz etmiyorum. Taşları kaldıran ve ufka dizen binlerce insanın yükselttiği şeyden bahsediyorum. Asıl sır onlara ait çünkü. Bilmenin ve yine de köle olmanın sırrı. Göğe uzattıkları şey, yapı. Yapı, yani yalan. İşte anlattığım bu.”

İşte bu satırları görür görmez aldım kitabı kütüphanedeki rafından. Uzun bir şiir gibi aslında bu roman. Bazı dizeler (cümle demek onlara haksızlık olur) durduk yerde çarpıyor insanı. Belki bu yüzden bütünlüklü bir yapı izlenimi vermiyor ama elden bıraktırmadan okunuyor.

1999’un Ankarası. Hukuk öğrencisi bir genç kız. Gelgitleri. Babasız üç kadın olarak yaşadıkları ev. Uyuşmazlıkları. Hiçbir yere uymayışı. Karanlık apartman katları. Başörtülü bir kız arkadaş ve rocker mekanları Ankara’nın. Zengin bir koca bulma hevesindeki kız kardeş, ölümüyle anlaşılan, acınan bir baba, eski dansöz bir anne, gerizekalı bir yeğene okunan şiirler. Bütün bunlardan romanın karamsar bir havası olduğu gibi bir izlenim doğsa da –ki, anlatılan bütün hikayeler de böyle olsa da- çok ilginç bir biçimde karamsar bir havaya sokmuyor insanı bu kitap. En fazla ölümlü insan hayatına dair yeni bir kabullenişin o buruk hüznü geride bıraktığı.

Sibel K. Türker’den ilk kez gazete yazılarının dışında bir şey okudum. Nette diğer eserlerine göz atınca öğrendim, epeyce gecikmiş bir okumaymış. Okumayana hassaten tavsiye ederim. Sırf o dizeleri kitaptan bulup çıkarmak, arkada bir yerlere atmak için bile okunur.


Raca el Sana - Riyad'ın Kızları

“Şu an saçlarım kabartılmış halde ve dudaklarımı arsız bir kırmızıya boyadım. Yanı başımda kırmızıbiber ve sosa bandırılmış bir kase cips duruyor. Okurlar: Hazırlayın kendinizi. İlk skandalı ifşa etmeye hazırım!”

İlk kez Suudi Arabistanlı bir kadın yazardan bir kitap okudum. Oradaki kız kardeşler bir kapalı kutuda gibi. Sanki çarşaflarının arkasına saklanan hayatlarında birer savaş esiri gibi, unuttuğumuz değilse de elimizden bir şey gelmediği için gözümüzü çok da çevirmediğimiz bir yerde duruyorlar.

Bu kitap Suudi Arabistan’dan çıkan bir Sex & The City romansı olarak reklam edilmiş. Ben “hakikaten orada neler oluyor?” diye okudum. Epey de bir şeyler öğrendim. Mesela orada da insanlar âşık olmaya çalışıyor. Mesela sevgililer gününde gençler kırmızı bir fular olsun takıyorlar bir özgürlük bayrağı gibi. Din polisinden kaça kaça birbirlerine telefon numaralarını vermeye çalışıyorlar alışveriş merkezlerinde. Mesela Suudi Arabistan’ın yurtdışı uçuşlarında tuvaletlerde üst baş değiştirme sırası oluşuyor. Örtünmek ya da örtüyü çıkarmak için.

Kaymak tabakadan dört kadının hikâyesini anlatıyor kitap ve kimliğini gizleyen bir kadının bir e-posta grubunda her Cuma yaptığı ifşaatlar şeklinde kaleme alınmış. Eh, aslında sahiden de bir romans. Ama bir yandan da o kapalı kutudan dışarı çıkmaya çalışan kadınların sesi. Anımsayacaksınız, Suudi Arabistan ilk kez 2012 yılında olimpiyatlara iki kadın sporcu göndermişti. Ben elinde bayrak, üzerinde çarşafla yürüyen o kadının fotoğrafını gördüğümde sevinçle yumruğunu havaya kaldıranlardanım. O kadının çarşafını değil, orada olmasının gururunu görebilenlerdenim. O yüzden romans momans… edebi değeri var ya da yok… kaymak tabakadan bahsediyorsun falan filan ama… Aslanım Raca el Sana. Sana bin selam kızkardeşim!

Kitaptan bir bölüm daha:
“Herkes benim cüretkâr yazı tarzımı, belki de yazmaya cüret etmiş olmamı kınıyor. Herkes beni açıklıkla tartışmaya alışık olmadığımız, bu toplumda “tabu” olan konuların üzerine şimşekleri çekmemden, özellikle de ilk yaylım ateşinin benim gibi genç bir kadından gelmesinden dolayı suçluyor. Ancak her köklü toplumsal değişimin bir başlangıç noktası yok mudur?
Benim inancım şu: Şimdilik kendime sürüden ayrılan, davama inanan birkaç insanı anca bulabilecekken yarım yüzyıl sonrasında o davaya karşı çıkacak çok az insan olacaktır.”

Margaret Weis & Tracy Hickman - Ejderha Mızrağı Yaz Alevi Ejderhaları


Tassllehoff Burrfoot! O bir kahraman! O bir yolcu! Onun tepe saçı, hiç bitmeyen bir merakı var, tavşankatili bir bıçağı, amcasından kalan (hayır efendim elbette çalmadı. kesesine düşüvermiş o kadar) kender döndürme kaşığı var. Hoopak'ı var ve isterse o hoopakla kafanızı kırabilir. Hep çocuk. Yeterince eğlenceli olduğunu düşünürse cehenneme bile gidebilir (nitekim gitmişliği de var epeyce) O bir bir fıçıcık içi dolu turşucuk! O bir kender! O bir canım benim! O bir en bi kahramanım benim! Al işte sonunda en sonunda, bu kitapta Kyrnn'i de kurtarıyor. Kaos'tan ve (pek bunu hedeflemediyse de) tanrılardan.

Kitabı bitirdiğimde geceydi. Flint'le Tass bi yerlerde bi demir ocağının ışığında brendi yuvarlarken içime bi yumru oturdu.

Tass, canım benim. Dünyada bi şey olmak istesem bi kender olurdum. Senin yüzünden.

Kitaptan bir bölüm:

"Tas ayağa kalktı ve tam o sırada fark etti ki etraftaki etraftaki en uzun, en büyük kimseydi. (Ayakta kalmış olan) (Dev hariç) Bir gurur hissi kenderin kalbine sızdı, onu kavramış, yaşamını elinden almakta olan buz gibi eli parçaladı.

Tasslehoff keselerini bir kenara fırlattı. Bıçağını -Caramon'un bir zamanlar Tavşankatili adını taktığı bıçağı- çeken kender, kenderlerin doğuştan yeteneği olan, kızgın minatorlarla, hiddetli dükkan sahipleriyle ve öfkeli zabıta şefleriyle dolu bir dünyada hayatlarını kurtarmayı başarabilmelerinin tek sebebi olan hız ve çeviklikle, düşmüş arkadaşlarının peşinden koştu.

Tasslehoff küçük vücudunu Usha'nın önüne savurdu. Bir kender meydan okuma haykırışıyla, "Al bunu!" diyerek Tavşankatili adındaki bıçağı Kaos'un kocaman ayak parmağına fırlattı."

Sören Kierkagaard - Baştan Çıkarıcının Günlüğü

Sören Kierkagaard hakkında hep latif sözler duymuş iken kütüphanede rastlayınca bi alayım da bakayım dedim. Dedim...

Valla ne buldum derseniz azıcık eski sevgiliye bok atma, azıcık böbürlenme, bolca da çapkınım hovardayım yirmi dört ayardayım halleri buldum. Sanırım o latif sözleri söyleyenler bu kitabı kast etmemişlerdi diyor, kitap hakkında fikir verebilecek bir bölüm ekliyorum. 

"Onun şu anki tutkusunu naif bir tutku olarak niteliyorum. Değişim olup da kendimi gerçekten geri çekmeye başlayınca beni büyülemek için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Bu amaç için elinde erotizmin bizzat kendisinden başka araç yoktur, yalnız erotizm bu kez bambaşka bir ölçekte ortaya çıkar. Bana karşı kullanacağı bir silah olur o zaman. Bende ise, yansımış tutku vardır. O kendisi için savaşır, çünkü bende erotizmin var olduğunu bilir; beni yenmek için savaşır benimle. Kendisi de erotizmin daha yüksek bir biçimine ihtiyaç duymaktadır. Onu harekete geçirerek kuşku duymasını öğrettiğim şeyleri anlamasını, şimdi soğukluğum öğretiyor ona; ama bunu kendisinin keşfettiğini sanacak şekilde yapıyor. Böylece beni şaşırtarak tuzağa düşürmek ister; cesarette beni geçtiğine ve bunun beni onun tutsağı yapacağına inanmak ister. O zaman tutkusu kararlı, enerjik, kesin ve diyalektik; öpüşü tam ; sarılışı tereddütsüz olur. Bende özgürlüğünü arar ve ben onu ne denli sıkıca kuşatırsam özgürlüğünü daha iyi bulur. Nişan birden bozulur. Bu olay olduğunda biraz beklemesi gerekecektir, bu vahşi kargaşadan hiçbir şey çıkmayacağını görmelidir. Tutkusu kendini yeniden yaratır ve benim olur."

(Dedikodu babında: Kitap beyefendinin hayatından izler taşıyor. Abi... sen on yedi yaşındaki kızı kendine aşık et, nişanlan, ayak oyunlarıyla nişanı bozdur, ortadan kaybol, kızcağız yana yakıla seni arar iken efendim sonra da otur kitabını yaz. Sana adam olamazsın demedim Sören! Sana delikanlı olamazsın dedim la!)

Marina Lewycka - Ukrayna Traktörlerinin Kısa Tarihi

Aman da aman harika bi kitap mı? Eh.. pek değil.


İlle de okuyun mu? Yoo. 

Ama elinize geçerse bi bakın. Belki siz daha çok beğenirsiniz. Göçmen olmak üzerine biraz daha ince düşünmeyi sağlayabilir. Yani sadece Ukraynalı koca memeli bir kadın tarafından tufaya getirilmeye çalışılan bir yaşlı adamın hikayesi değil. Hatta zaten olay da pek öyle değil.

Kitaptan sevdiğim bir bölüm: 

1952 Noel akşamı. Vera ile otobüsün arka koltuğunda, soğuktan korunmak için Annemize iyice sokulmuşuz. Ve iyi yürekli, kürk mantolu bir kadın aralıktaki koridordan uzanarak Annemizin eline bir altı kuruşluk sıkıştırmıştı: "Noel'de çocuklar için"

Annemiz, bizim annemiz o bozuk parayı kadının suratına fırlatmamış, "Teşekkürler bayan" diye mırıldanıp cebine koymuştu. Ne utanç verici!

"Ah şu! Bence o kadın biraz sarhoştu. Bunu bir kez daha anlatmıştın. Neden bu kadar üstünde duruyorsun anlamıyorum"

"İşte o an -başıma daha sonra gelen her şeyden daha fazla- beni ömür boyu sosyaliste dönüştürdü."

Telefonun diğer ucunda sessizlik hakim, bir an için telefonun yüzüme kapandığını düşünüyorum. Sonra, "Belki de işte o an, beni kürk mantolu bir kadına dönüştürdü" diyor.

Amy Tan - Mutfak Tanrısı

Amy Tan'ın bi kitabıyla karşılaştım kütüphanede. Bir gecede biten, daha doğrusu kendini zorla bitirten kitaplardan. Kitabın orijinal adı "Mutfak Tanrısının Karısı" anladığım kadarıyla. Buna rağmen inat eder gibi Mutfak Tanrısı diye çevrilmiş Türkçeye. İnat eder gibi diyorum çünkü romanı okuyunca anlıyorsunuz ki, bu iki ismin anımsattıkları arasında ciddi bir seçim yapılıyor. 

Yıllar önce Amy Tan'ın Talih Kuşu'nu okuyup çok sevmiştim. Mutfak Tanrısı'nı da sevdim. Siz de seversiniz velhasıl.

Amy Tan'dan güzel (ve Türkçe altyazılı) bir konuşma izlemek isterseniz: http://www.ted.com/talks/lang/tr/amy_tan_on_creativity.html